Yayınlanan Makaleler

ÖYKÜ

SUYUN BAŞI

Askeri İhtilalin ikinci yılıydı. Okul tatil olmuş, Temmuz ayında idik. Öğle öncesi, sıcak tam bastırmamıştı. Sinema meydanında zamanın çocuklarının en popüler oyunlarından biri olan misketlerimizle mors oyunu oynuyorduk. O gün epey misket ütmüştüm oyunda. Yukarı mahalleden Halil yanımıza geldi koşarak. “Arkadaşlar, Efe Ali’nin yaylasına gittik dün. Kayısılar olmuş. Hem de nah yumruğum kadar olmuş. Hadi bugün de gidelim” dedi. Oyunda bitmişti. Kafamıza yattı. Yedi arkadaş karar aldık. Gidiyoruz Efe Ali’nin yaylasına.

Efe Ali’nin yaylası Irmak Köyü’nün göçmenler mahallesinin yamacındaki tepede. Göçmenler mahallesi, Ankara asfaltının altında , orta okulumuzun da bulunduğu, mübadele yıllarında balkanlardan göç eden komşularımızın yaşadığı şirin bir mahalle idi. İlk ve ortaokul öğretmenlerimizin çoğu bu mahallede otururdu. Meyve bahçeleri arasında büyük büyük kavak ağaçlarının yolun iki tarafında sıralandığı  Ortayol’dan yürüdük. Nah yumrumuz kadar olan, bal gibi  kayısıların düşü ile Ortayol’un ortasında  Kızılırmak’a dökülen, ellerimizle balık tuttuğumuz bereketli balaban çayını geçtik. Trenlerin yönünün değiştiği kuşak hattı hemzemin geçidini geçince biraz soluklandık. Önümüzden ağır ağır geçen iş katarının  arka vagonundaki gardıfreni el salladık. O da elindeki fenerini sallayarak selamladı bizi.

Göçmenler mahallesinden Ankara asfaltını geçince 15-20 dakikalık bir yolumuz kalmıştı Efe Ali’nin yaylasına.  Eğimi çok olmayan tepeden yürüyerek ulaştık yaylaya. Yaylanın etrafında ne bir çit ne bir duvar vardı. Sanki bu durum bizim yaylayı talanımıza meşrutiyet kazandırıyordu. Kiraz ağaçları mevsimini bitirmiş. Ama kayısı ağaçlarında sarı sarı yumruğumuz kadar kayısılar sadece bizi bekliyordu  sanki. Hemen dallara çıktık dört bir koldan. Kopardıklarımızı önce mideye indirdik. Dalından kopardığınız meyvenin tadına, dalında bakmanın tadı hiçbir şeyde yoktur. Tadı baldı kayısıların. Sonra yolda yeriz diye, kopardığımız kayısıları koynumuza attık. Ağacın gölgesinde biraz dinlenip öyle ineriz dedik. Tepede inek güden alt sınıftan ikizlerin kardeşi Dursun geldi yanımıza. Temmuz sıcağında iyice susamıştık. Ahmet, Dursun’a “ dursun, burada su içilecek bir çeşme yok mu ?” dedi. Dursun “Aha yanı başınızdaki küçük kuyuda su var. Yayla suyudur tadı güzeldir” dedi. Hemen kuyuya indik. Avuç avuç, kana kana içtik sudan. Buz gibi idi. Yüzümüzü yıkadık.  Hem suya kanmış hem de epey serinlemiştik. Geri dönüş için biraz daha ağaçların gölgesinde dinlendik.

Tepelerin çıkılması biraz zahmetlidir ama inmesi kolaydır. Motoru boşa almış gibi bırakırsınız kendinizi, yol akar gider ayaklarınızın altından. Kayısıları yedik, suyumuzu içtik. Bizden iyisi yoktu artık. Keyfimiz yerinde türkü çağırarak, şakalaşarak köyün yolunu tutttuk. Az ötede, uzakta, tepeye tırpanan iki adam silüeti belirdi. Daha 3-5 dakika olmamıştı ki omuzlarında tüfek olan iki asker ağa dikildi karşımıza. “Durun bakalım çocuklar” diyerek önümüzü kestiler. Bizde bent beniz attı. Biraz uzun boylumuz olan Yusuf kaçmaya yeltendi, ama nafile. Asker bir tekme de yere düşürdü Yusuf’u. Biz daha da korktuk. Yusuf yusuf olduk. Askerlerden biri de İnek güden Dursun’u yakalamış. Onu da getirdi yanımıza. Asker ”Hadi bakalım çocuklar ikili sıra olun karakola gidiyoruz” dedi. Biz ikişerden dört sıra olduk askerlerle birlikte Göçmen mahallesindeki karakolun yolunu tuttuk.

 

            İhtilal olalı daha iki yıl olmuş. Karakolda Volkan komutan var ki astığı astık kestiği kestik cinsinden. Sert mi sert. Karakola yanılıp da yola düşen onun dayağını yemeden karakoldan ayrılması mümkün değil. İçimize ağır bir korku düştü hepimizin. Sağ sol, rap rup uygun adımda tepeden inip karakaolun bahçe kapısına geldik. Bizi karakol çavuşu karşıladı. Volkan komutan bahçede, kamelyada, sivil misafirlerle oturuyordu. Bizi yanına çağırdı. Şöyle bir kafayı bize çevirdi. Hepimiz tirtir titriyoruz korkudan. Volkan komutan “ Bunlar mı” dedi, “Suyun başını bozan”. Çavuşa döndü “Oğlum git kalınından bir sopa getir, bunların derdini bi alayım bakalım” dedi. Çavuş kamelyadan ayrıldı. Biz artık yediğimiz nanenin farkına varmıştık. Efe Ali’nin yaylasında su içtiğimiz kuyu meğer, karakola giden su imiş. Ara ara su bulanık akıyormuş karakolun. Bir türlü yakalayamamışlar suyun başını kirletenleri bize kadar. Biz tek sıra halinde misafirlerin arkasında soruttuk, çavuşun getireceği sopayı beklemeye başladık. Beş dakika geçti, on dakika geçti çavuş gelmedi. Volkan komutan sivil misafirlerle koyu bir sohbete daldı. Sonra yine kafasını bize doğru çevirip. Bunlar niye bekliyor der gibi bakıp:  “Gelin bakalım suyun başını niye kirlettiniz” dedi. İnekleri güden ikizeşi Dursun hemen ortaya atıldı. ”Komutanım” dedi, “ bu arkadaşların bir suçu yok. Kuyuyu ben gösterdim onlara”. “Öyle mi “ dedi, Volkan Komutan. Önce sen gel bakalım diyerek sağlı sollu 3-5 tokat attı Dursun’a. Sonra bizi sırayla karşısına aldı. Önce kulaklarımızı çekti sonra birer tokat attı. Kafalarımızı tokuşturdu. “Bir daha o suyun başının yakınından bile geçmeyeceksiniz, yoksa bacaklarınızı kırarım, hadi asker çıkar bunları karakoldan” dedi, Volkan komutan. İnsan yediği dayağa şükreder mi. Biz o dayağa çok şükrettik. İnsaflı imiş, ya o kalın sopayı getirseydi çavuş.

            Biz  karakoldan çıktıktan sonra yine türkü söyleyerek göçmen mahallesinden geçip Ortayol’un yolunu tuttuk. 10.11.2021

Melih C. ÇETİNKAYA


RANDEVU AL




Copyright © 2021 - Oksijen Yazılım & Medya | Tüm hakkı saklıdır.



ÖNEMLİ NOT!
Site içeriğinde bulunan bilgiler bilgilendirmek içindir, bu bilgilendirme kesinlikle hekimin hastasını tıbbi amaçla muayene etmesi veya tanı koyması yerine geçmez.